Ludwig Mies van der Rohe ve Kuşağı Mimari Paradigmaları
- Hande Yılmaz & Bilge Yılmaz
- 7 Haz 2023
- 4 dakikada okunur
Ludwig Mies van der Rohe 1886’da Almanya’da dünyaya geldi. Çalışma hayatının
erken dönemlerinde babasının taş oymacılığı dükkanında ve çeşitli yerel tasarım
firmalarında çalıştıktan sonra Berlin’e taşınıp iç mimar Bruno Paul’un ve Peter Behrens’in
atölyelerinde çalışarak mimarlık kariyerine başladı. Daha sonra, Saint Petersburg’daki
Alman İmparatorluğu Büyükelçiliği’nin inşaat müdürlüğü görevini üstlendi. Resmi bir
üniversite düzeyinde mimari eğitim görmemiş olmasına rağmen ve “esnafın oğlu” olarak
anılırken, yeteneği sayesinde Berlin’in kültür elitiyle çalışan bir mimara dönüştü.
Modern çağın ruhunu ifade eden ve sadelik konusunda oldukça etkili bir mimari tarz
yaratan Mies van der Rohe, 20. yüzyılın en önemli mimarlarından biri olarak kabul
edilir. Mies, tahmin edilebileceği gibi içinde bulunduğu zamanın mimari akımlarından, başlıca
mimarlarından ve kuşağının siyasi, sosyal ve ekonomik durumundan etkilenmiştir. Bu
etkileri gerek genel mimari üslubu ele alındığında gerekse de işleri başından sonuna dek
bir süreç şeklinde ele alındığında görmek mümkündür.
Bağımsız meslek hayatına birinci sınıf evler tasarlayarak başlayan Mies, 19. yüzyılın
başlarında Germen yerli stillerinin saflığına geri dönüş arayan bir harekete katıldı. Prusya
Neo-Klasik mimarlarından Karl Friedrich Schinkel’in basit kübik formlarından oldukça
etkilendi ve avant-garde oluşumlar içinde yer aldı. Avant-garde akımı mimarlığa yeni bir dil, yeni bir yorum getirmeyi hedefler. Mies’in içinde bulunduğu kuşak geçmişle bağlarını geri dönülmez biçimde koparmış bir durumdaydı. Bu nedenle o dönemde mimaride yenilenmenin, keşfin ve deneyin heyecanının olduğu bir ortam vardı. Savaş sonrasında tek, farklı ve daha önce keşfedilmemiş olanı yakalamaya çalışan bu akım, mimarlıkta ve kentlerin yeniden yapılandırılmasında büyük ölçüde etkili olmuştur. Savaşın getirdiği karamsar ortamdan çıkış yolu olarak avant-garde, mimariye farklı çizgiler ve yorumlar kazandırmıştır.
Mies’in özel ilgi alanında hep gökdelenler yer aldı. 1921 yılında katılmış olduğu bir
yarışma için tasarladığı “Friedrichstrasse” gökdelenindeki çelik iskelet ve cam cephe ile
büyük ilgi topladı. Bu tasarım hayata geçirilmedi ve kağıt üzerinde kaldı ancak Mies burada,
daha sonraki yıllarda yapacağı yüksek binaların ilk ipuçlarını vermiş oldu. Bu binalardan
başlıcaları ise “Lake Shore Drive” apartmanlarıdır. Kuleler basit bir dikdörtgen kutu
şeklinde tasarlanmıştır. Çelik ve cam cepheleri olan kuleler, zamanın tipik apartmanlarından radikal bir şekilde ayrılır. Grid kolon sistemi, iç mekanı olabildiğince esnek kılmak amacıyla asansörler ve tesisat kolonlarına göre yerleştirir. Lake Shore Drive’da Mies’in amaçladığı, yeni yaşam biçiminin sadece dışarıyı geçirgen hale getiren cam duvarlar aracılığıyla değil aynı zamanda açık, bölünmemiş, yatayda akan yaşama mekanlarıyla da ifade kazanmasıdır. Döşemeden tavana kadar kaplı camlar her bir daireden engelsiz görüş sağlar. Her iki kule de açık plan olarak düzenlenmiş çok odalı daireler içerir. Strüktürel ifade çelik döşeme kirişleriyle ve cam yüzeyde akan dıştaki kolonlarla vurgulanır, böylece dış kabuğa da form verilmiş olur. Dış kabukta cam yüzey ile siyah strüktür arasındaki zıtlık mat renkli ve aynı tarzdaki jaluzilerle daha da belirgin kılınır. Mies’in burada yaptığı, dönemindeki çoğu diğer apartmana ters şekilde, tek düze ve alanların sınırlarının kesin olarak belirli olduğu bir plan üzerinde inşa edilmiş konutların kopyalanırcasına çoğaltılması ve aynı kütlelerin üst üste konmasıyla yüksek
ve alışılmış bir yaşam alanı kütlesi oluşturmak yerine iç mekandaki boşluğun yataydaki akıcılığının sağlandığı ve bu boşluğun dikey unsurlarla olabildiğince az bölünmesine
çalışıldığı daha serbest bir yapı oluşturmaktı.
Sonrasında Mies, Amerikalı mimar Philip Johnson’ın desteğiyle katıldığı uluslararası
ilk mimarlık sergisi olan Modern Mimarlık Sergisi'nde ismini Amerika’da da duyurmaya
başladı. Bu arada Almanya’da işler iyi gitmiyordu. Son 3 yıldır müdürlüğünü yaptığı ve
zamanının en önemli modern mimarlık merkezlerinden biri olan Bauhaus, Nazi yönetiminin baskılarıyla kapatılmıştı. Siyasi ve ekonomik zorluklar nedeniyle projelerini Berlin’deyken hayata geçiremedi ve Amerika’ya göç ederek Chicago Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Bölümü başkanlığına getirildi.
Farnsworth Evi'ni ise Amerika'ya göç ettikten sonraki geç döneminde yapmıştır. Bu
yapı, Amerika’da uzunca bir dönem konstrüksiyon olduğundan şüphe duyulmayacak binalar yaptıktan sonra Avrupa'daki deneyci dönemine bir dönüş olarak yorumlanır. Bir hafta sonu kır evi olarak tasarlamış olduğu yapı, Mies’in yeni teknolojik çağ için olgunlaşmış modern mimari görüşünün bir örneğidir.
Yatayda masif duvarlar yerine camın kullanıldığı yapı, doğanın ve ışığın iç mekanı
sarmasına olanak tanıyan basit bir doğrusal iç mekan alanı tanımlamıştır. Mies,
birbirlerine bağlanmayan, kapanmayan yüzeyleri kullanarak bina tasarlayan ilk
mimarlardandır. Bu yapıda da sadece renkleri ve boyutlarıyla farklılaşan eşdeğer
yüzeyler yatay ve düşey doğrultuda konularak döşeme, duvar ve tavan arasındaki fark
ortadan kaldırılmıştır. Yapı bir nevi soyut elemanların kompozisyonu şeklinde inşa
edilmiştir. Dışarıdan bakıldığında yapının yaratılan şeffaflık, askıda durma hali ve yalın
yapı elemanlarıyla süsten uzak, kesin geometri ve simetriyi esas alan rasyonel bir
mimari anlayışla yapıldığı aşikardır. Bu yapıyla, Mies’in mimari sürecinde başından
beri rastladığımız serbest ve özgür mekan algısı arayışının sağlandığını görüyoruz.
Ne cephe ne de iç mekan hiçbir taşıyıcıyla kesintiye uğratılmamıştır. Farnsworth
Evi’nin platformlar üzerine oturtulduğunu görüyoruz. Amaç her iki plağın da toprakla
temasını keserek doğada yüzüyormuş gibi bir algı yaratmaktır. Evi oluşturan yatay
düzlemler ve doğada salınan sekiz adet taşıyıcı, buna katkı sağlayan yapısıyla
arazide asılı duracak şekilde tasarlanmıştır.
Cephenin boydan boya camla çevrili olması ise Mies’in mimari konseptlerinden
biri olan doğa ve yapı arasındaki güçlü uyumu sağlıyor. Kendisi bu yaklaşım için
şunları dile getirmiş bir röportajında: “Doğa da kendi hayatını yaşamalı. Onu,
evlerimizin renkleri ve içerideki mekanizmalarla bozmamalıyız. Üstelik doğayı, evleri
ve insanları büyük bir birlik yaratacak şekilde bir araya getirmeye çalışmalıyız.”
Evdeki tek duvar ise tuvaleti alandan ayıran duvar. Bu duvar da mobilyaya
dönüştürülerek iç mekanda saklanmış. Düşey algı yaratmalarından kaçınmak
amacıyla platformlara ve dolayısıyla eve ulaşmak için kullanılan merdivenler düşeyde
birbirlerine bağlanmadan, tek tek yatay elemanlar olarak kurgulanmış. Farnsworth
Evi’nde birbirine bağlanan büyük ve tek bir kütle etkisinden olabildiğince kaçınmak
amacıyla düşey ve yatay elemanlar büyük bir özveriyle birbirinden tamamen
koparılmıştır.
Mies van der Rohe’nin işlerinden yukarıda değindiklerimizi ve daha birçoğunu;
aynı zamanda hayata geçirmediği tasarım ve fikirlerini de incelediğimizde mimari
anlayışına ve kendine özgü mimari tarzına dair genel kanılara varabiliriz. Binalarında
iç mekanların tanımlanmasını sağlamak amacıyla endüstriyel çelik ve cam plaka gibi
modern malzemeleri kullanan Mies, minimalizmi “Tanrı detayda gizlidir.” diyerek
savunmuş, sade ama işlevsel tasarımlar yaparak detaylarla zenginleşmeyi
önemsemiştir. Yapılarında insan yapımı ile doğa arasındaki ilişkiye dikkat çekmeye
önem göstermiş, onları bir bütün olarak görerek en küçük ayrıntılarına kadar
tasarlamıştır. Yalın bir tarz benimseyerek stilini “Az çoktur” biçiminde dile getirmiştir
ve amacı her zaman en azı kullanarak en fazla işlevselliği sağlamak olmuştur. İşlevsel
çözümleri ve ayrıntıları çok fazla önemseyerek yapılarında saf geometriler ve ayrıntıların
kusursuzluğuyla tam bir yetkinliğe ulaşmayı amaçlamıştır. Yapılarında kendi deyişiyle
“hemen hemen hiçbir şey” arayarak tasarımda sadelik taraftarı olmuştur.
Hande Yılmaz

Comments